Bodrum’a tatile gelen Suudi Prensi ile eşi teknenin güvertesinde şampanyalı deniz keyfi yapmış. Prensin karısının elinde şampanya kadehi olması tek “sorun” değil, uzun saçları da rüzgarda uçuşuyor, yani başı açık...
Normal olarak; kadınlarının siyah çarşafla dolaştığı, ayak bileği görünecek kadar kısa çarşaf giyenlerin karakola götürüldüğü, kadınların sözünün kabul edilmediği ve onların yerine ailelerinden erkeklerinin konuştuğu, hele hele içkinin cezasının kırbaçlanmak olduğu Suudi Arabistan gibi bir ülkeye bu fotoğraflardan sonra dönememeleri lazım. Ama onlar Prens ailesi oldukları için dönebilecekler tabii...
Peki şimdi Prens Al Saud ile eşi bu durumda “makbul Müslüman” olmaktan çıkmış mı oluyorlar? Aslında Suudi Arabistan, İran gibi kendi vatandaşlarını baskıyla isyan noktasına getiren ülkelerin (Afganistan, Pakistan demiyorum, oralar Tabilan’la tamamen köktendinciliğe teslim durumda artık) ve onlarla birlikte dini, inancı, koskoca Kur’an’ı “kadının saçına veya bir kadeh içkiye” indirgeyen (ama henüz siyasi İslâm’a, baskıya tam teslim olmamış) ülkelerin bunu tartışması lazım.
Zira İran’ın vatandaşları da, Suudi Arabistan’ın vatandaşları da ülkelerinin sınırlarından çıkar çıkmaz aynen Prens Al Saud ve karısı gibi baskıcı kurallarından sıyrılıveriyorlar.
Hatta kendi ülkelerinde bile evlerin mahzenlerinde yapılan veya gizlice dışardan getirtilen içkileri içiyor, evlerde misafirlerinin yanında kadınlar en modern kıyafetleri giyiyor.
Yıllar önce bir Suudi prensesin İngiliz kadın romancı arkadaşının yazdığı “Prenses” isimli romandan alıntılar yapmıştım köşeme. Bu ülkelerde çalışan yabancılardan sık sık duyduğumuz “gizli yaşantıları” açıkça anlatıyordu ki bunlar arasında içki içmekten, oruç tutmadığı halde “tutuyor görünme” ye kadar birçok “baskıya başkaldırı” vardı.
Şimdi aynı baskıları “önlerindeki tüm engelleri, kurumları silip süpürerek” Türkiye’ye yerleştirmeye çalışanların ve bu baskıların nereye varacağını düşünmeden doğal kabul edenlerin insanlara din/inanç baskısı yaparak yaşam tarzı empoze etmekle, örneğin yüzme havuzlarını veya Ramazan’da lokantaları kapatmakla, kadınları zorla tesettüre sokmak (siyasetçilerimizin de çoğu böyle unutmayalım) ve çalışmalarına yasak getirmekle, oruç tutmayana ya da içki içene saldırmakla bir yere varılmayacağını görmek için Prens Saud gibi örnekleri iyi değerlendirmeleri lazım. (Bkz. Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın “Türkiye’de Farklı Olmak” isimli kitabı. Bu kitabı sık sık hatırlatıyorum, çünkü Anadolu’da yapılan son araştırma ve çok net!)
Dinin, ibadetin ancak isteyerek, gönüllü olarak, inanarak uygulanabileceğini, inancın bireysel olduğunu, “makbul dindar” a birilerinin değil ancak Allah’ın karar verebileceğini, her şeyden önce “takva” nın geldiğini öğrenmeleri lazım. Başkalarının dinine, inancına karar verme hakkının (Hz. Peygamber dahil) kimseye verilmediğini, bunu yapmanın en büyük günahlardan biri olduğunu bilmeleri lazım.
Suudi Prensler, prensesler bu konunun önemini yalnız kendi ülkelerine değil, bize de hatırlatmış oluyorlar aslında.
Baskıdan kaçmak, rahat nefes almak, istediği gibi giyinip yaşamak için Türkiye gibi laik; kimseye din inanç baskısı yapılmamasını sağlayan ülkelere gitmeleri gerekiyor